Kayıtlar

Temmuz, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Tersine Dünya

Küçük bir kasabada, herkesin bildiği ama kimsenin konuşmadığı bir sır vardı. Bu sır, "Tersine Dünya" olarak bilinen bir yerdi. Efsaneye göre, bu dünyaya giren herkesin hayatı, tıpkı bir ayna gibi, tersine dönerdi. Kimse bu dünyanın nerede olduğunu tam olarak bilmese de, herkes bir şekilde onun varlığını hissederdi. Bir gün, kasabanın gençlerinden Aydın, bu sırrı çözmeye karar verdi. Maceraperest ruhu ve merakı onu durduramıyordu. Kasabanın yaşlılarından biri olan, Mehmet Amca'ya gitti ve ona Tersine Dünya'yı sordu. Mehmet Amca derin bir nefes alarak anlatmaya başladı: "Bu dünya, herkesin korktuğu ama kimsenin cesaret edemediği bir yer. Söylenenlere göre, oraya gidenler hayatlarının tüm dengelerini kaybeder. Sağ sol olur, doğru yanlış olur, gece gündüz olur." Aydın, bu anlatılanlardan daha da heyecanlandı. Gözlerinde bir parıltı vardı. "Ben bu dünyayı bulacağım," dedi kararlılıkla. Ertesi sabah, Aydın çantasını hazırladı ve yola koyuldu. Kasabanın d...

Kâbus

 Damla, sabahın ilk ışıklarıyla uyanmıştı. Gece boyunca rahatsız eden bir rüya görmüştü ve bu rüya aklından çıkmıyordu. Rüyasında karanlık bir ormanda kaybolmuş, peşinden gelen uğursuz bir varlıktan kaçmaya çalışmıştı. Her köşede, her ağaç arkasında o karanlık gölgeyi hissediyordu. Gün boyunca bu rüyanın etkisinden kurtulmaya çalıştı ama zihninin derinliklerinde sürekli bir tedirginlik hissediyordu. İşten dönerken evine yakın bir ormanda kısa bir yürüyüş yapmaya karar verdi. Belki de temiz hava ve doğa, içindeki huzursuzluğu yatıştırırdı. Ormanın derinliklerine ilerledikçe, etrafındaki sessizlik giderek daha ürpertici bir hale gelmeye başladı. Kuş sesleri susmuş, rüzgarın hışırtısı bile duyulmaz olmuştu. Birdenbire, arkasından bir dal kırılma sesi geldi. Damla, ürkerek arkasına döndü ama kimseyi göremedi. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Rüyasındaki o uğursuz hissi yeniden hissetmeye başladı. Hızlı adımlarla geri dönmeye karar verdi. Ancak ilerledikçe, ormanın içinde kaybolduğunu f...

Köklerin Gücü

 Bir zamanlar, küçük bir köyde, Doğan Dede adında yaşlı ve bilge bir adam yaşardı. Doğan Dede, köyün gençlerine hayatın önemli derslerini öğretmekten büyük keyif alırdı. Bir akşamüstü, köy meydanında gençler etrafına toplandı. Hepsi Doğan Dede'nin anlatacağı hikayeyi merak ediyordu. Doğan Dede, gözlerinde bilgece bir parıltıyla gençlere bakarak söze başladı: "Sevgili gençler, size önemli bir hayat dersi vermek istiyorum. Bu ders, köklerimizin ne kadar derin ve sağlam olması gerektiği hakkında. Dinleyin bakalım... Bir zamanlar, geniş ve huzurlu bir ormanın derinliklerinde, kökü sağlam ve güçlü bir meşe ağacı yaşardı. Bu meşe ağacı, ormandaki diğer ağaçların hayranlığını kazanmıştı. Çünkü fırtınalar, kasırgalar ve şiddetli yağmurlar onun dallarını sallayabilse de, hiçbir zaman onu deviremezdi. Meşe ağacının hemen yanında, narin ve ince bir söğüt ağacı büyüyordu. Söğüt ağacı, meşe ağacının gücünü ve sağlam duruşunu hayranlıkla izlerdi. Her şiddetli rüzgâr estiğinde, söğüt korkuyl...

Derinlerde Kalanlar

Küçük sahil kasabasının sessiz gecelerinden biriydi. Denizin huzur veren şırıltısı, yavaşça sahile vuran dalgalarla birleşiyor ve insanın içine işleyen bir melodi oluşturuyordu. Kasabanın hemen dışında, sahilin biraz uzağında bir deniz feneri yükseliyordu. Bu fener, kasaba halkı için bir koruyucu, bir rehber gibiydi. Deniz fenerinin bekçisi olan Kemal, gecenin bu saatlerinde her zamanki gibi yalnızdı. Fenerin içindeki dar merdivenleri çıkarken her adımında ahşap basamaklar gıcırdıyor, bu sesler karanlığın derinliklerinde yankılanıyordu. Kemal, fenerin tepesine ulaştığında, eski bir sandalyeye oturup denizi izlemeye başladı. Bu onun için bir alışkanlıktı, her gece denizi izler, dalgaların sırlarını çözmeye çalışırdı. Ancak bu gece farklıydı. Kemal, denizin karanlıklarında bir şeylerin hareket ettiğini fark etti. İlk başta gözlerine inanamadı, ama dalgaların arasında beliren karaltı netleşmeye başladıkça endişesi arttı. Bir tekne batıyordu. Hızla aşağıya inip küçük motorlu teknesine atla...

Dalındaki Şifa

  Erenler Köyü, dağların eteğinde, yemyeşil ağaçlarla çevrili ve kristal berraklığında bir ırmağın kenarında kurulmuştu. Bu köy, doğanın cömertliğiyle dolup taşan, kuş cıvıltıları ve çiçek kokularıyla bezenmiş huzurlu bir yerdi. Her mevsim farklı bir güzellik sunar, ilkbaharda açan çiçekler, yazın serinletici ırmak suları, sonbaharda dökülen yapraklar ve kışın beyaz örtüsüyle bambaşka bir tabloya dönüşürdü. Seyit dede, köyün bilgeliğiyle tanınan, herkese rehberlik eden biriydi. Yılların birikimiyle dolu, derin bir anlayışa sahipti ve köy halkı ona büyük bir saygı duyardı. Bir gün, genç bir adam olan Erkan, köydeki asırlık çınar ağacının altında otururken içindeki derin acıyla mücadele ediyordu. Köyde nereye gitse içinde taşıdığı acı, gölgesi gibi peşini bırakmıyordu. Erkan, annesinin vefatından sonra büyük bir boşluk hissetmiş ve bu acının üstesinden gelebilmek için köyden ayrılarak uzaklara gitmeyi düşünüyordu.  Erkan, Seyit dedenin yanına gidip derdini anlattı. "Dedem," ded...

Yitik Adalet

Bir zamanlar, eski bir malikanenin yıkık dökük odalarında bir hayalet yaşardı. Eski zamanlardan kalma bu malikanenin duvarları yosun tutmuş, pencereleri çatlamıştı. Geceleri, eski tahta zeminde hayaletin hışırtıları duyulurdu. Kimi zamanlar, gölgeler arasında beliren soluk bir ışıkla hayaletin varlığı sezilirdi. Malikâne, kasabanın çocukları için bir korku kaynağı, yetişkinler için ise uzak durulması gereken bir yerdi. Malikanenin geçmişi halk arasında birçok hikaye ile doluydu. Bazılarına göre, hayalet, uzun zaman önce bu malikanede yaşamış olan genç bir kızın ruhuydu. Kız, aşkının ardından kalp kırıklığına dayanamayıp intihar etmişti ve ruhu bu eski malikaneye hapsolmuştu. Kimileri ise hayaletin, malikanenin eski sahiplerinden birinin intikam arayan ruhu olduğuna inanırdı. Ama en korkunç söylenti, malikanede gizemli bir şekilde kaybolan ve bir daha asla bulunamayan insanların ruhlarının burada toplandığıydı. Malikaneye yaklaşanlar, geceleri hayaletin hüzünlü şarkılarına veya uzaklard...

Gelin-Güvey Kayaları Efsanesi

Olukman Köyü, yemyeşil ormanla çevrili, içinde ışıl ışıl parlayan, buz gibi suyu olan bir nehrin geçtiği, huzur dolu bir yerdi. Köyün hemen arkasında yükselen dağın tepesinde, köylülerin "Gelin-Güvey Kayaları" dediği iki büyük kaya parçası dururdu. Bu kayaların, yıllar önce yaşanan dokunaklı bir aşk hikayesinin simgesi olduğuna inanılırdı. Köylüler bu hikayeyi nesilden nesile aktarırdı ve her anlatışta yeni bir ayrıntı eklenir, her seferinde biraz daha efsaneleşirdi. Bir zamanlar, köyde çok güzel bir kız olan Gülay yaşardı. Gülay, köyün en parlak yıldızıydı. Saçları gece kadar siyah, gözleri gökyüzü kadar maviydi. Onun gülüşü, bahar rüzgarının çiçekleri okşayan naifliğiyle köyü aydınlatırdı. Gülay’ın en yakın arkadaşı ve sırdaşı ise Ali'ydi. Ali, otistik bir gençti ve köyde farklılıklarıyla dikkat çekerdi. Ali'nin dünyası, diğerlerinin dünyasından farklıydı; ama Gülay için Ali, her zaman eşsiz bir dosttu. Ali’nin gözlerinde, kimsenin göremediği bir bilgelik ve derinli...

Mezardan Gelen Ses

  Soğuk bir kış gecesiydi. Yıldızsız, karanlık gökyüzü, Çukur köyünün üzerine bir örtü gibi serilmişti. Köydeki herkes evlerine çekilmiş, sobanın başında oturuyordu. Ama o gece, kimse uyuyamayacaktı. Gece yarısına doğru, köyün mezarlığından bir ses yükseldi. Başlangıçta fısıltılar gibiydi, rüzgarın uğultusuna karışıyordu. Ancak zamanla bu fısıltılar, yankılanan bir haykırışa dönüştü. İnsanlar, ne olduğunu anlamak için dışarıya çıktılar. Ancak sesin kaynağını bulamadılar. Kimse mezarlığa gitmeye cesaret edemedi. Ertuğrul, köyün en cesur gençlerinden biriydi. Herkes korkuyla evlerine geri dönerken, o mezarlığa doğru yürümeye başladı. "Bu sesin kaynağını bulmalıyım," diye düşündü. Ay ışığı, mezar taşlarının üzerinde titreşiyor, etrafa ürkütücü bir hava katıyordu. Mezarlığın derinliklerine ilerledikçe, ses daha da yükseldi. Çevresindeki mezar taşları, rüzgarın etkisiyle titriyor gibi görünüyordu. Ağaç dalları ürkütücü bir şekilde hışırdıyor, karanlığın içinden tuhaf gölgeler geçi...

Çığ

Kışın en soğuk günlerinden biriydi. Küçük köy, karla kaplı dağların eteğinde, sessizlik içinde uzanıyordu. Gökyüzü, gri bulutlarla örtülmüş, güneş ışıkları nadiren zemine ulaşabiliyordu. Köy halkı, sert kış şartlarına alışkındı, ancak bu yıl kış daha zorlu geçiyordu. Yusuf, ailesiyle birlikte köyün dışındaki küçük bir evde yaşıyordu. Babası Muharrem, yıllar önce bu evi inşa etmişti ve Yusuf şimdi kendi ailesiyle birlikte burada yaşıyordu. Eşi Naciye, üç yaşındaki kızları Sakine’yle evde kalmıştı. O gün, Muharrem ve Yusuf, kış için yakacak odun toplamaya gitmeye karar verdiler. Naciye, Yusuf’a sarılarak vedalaştı. "Dikkatli ol," dedi, gözlerinde bir endişe parıltısı. Dağın yamaçlarına tırmanırken, Muharrem oğluna eski günleri anlatıyordu. "Bu dağlar her zaman tehlikeliydi, ama dikkatli olursak hiçbir şey olmaz," diyordu. Yusuf, babasının her sözünü dikkatle dinliyordu. Babası, köyde herkesin saygı duyduğu bilge bir adamdı. Günün ilerleyen saatlerinde, Yusuf ve Muharr...

Kızıl Gecenin Çığlığı

Ayvalı Köyü, eski taş evleri, dar sokakları ve bereketli tarlalarıyla bilinen, huzurlu bir Anadolu köyüydü. İnsanlar sabahın ilk ışıklarıyla tarlalara gider, akşamları ise köy kahvesinde toplanırdı. Ancak bu yaz, Ayvalı Köyü'nde huzur bozulacaktı. Nazan, köye yeni atanmış genç bir öğretmendi. İstanbul'da büyümüş, modern ve yenilikçi bir kadındı. İlk geldiği gün köy meydanında çocuklara kitap okurken, köylüler onun ne kadar içten ve sevgi dolu biri olduğunu fark etmişti. Özellikle Zeynep ile hemen arkadaş olmuşlardı. Zeynep, köyün en güzel genç kadınıydı ve herkes tarafından seviliyordu. Ferhat, köyün eski muhtarıydı. Halk arasında akıllı ve dürüst olmasıyla tanınır, saygı görürdü. Köyün gelişmesi için birçok proje başlatmış, halkın refahı için çalışmıştı. Hüseyin ise köyün imamıydı. Dinine bağlı ama hoşgörülü ve barışçıl bir insandı. Herkesin derdine ortak olur, insanları bir arada tutmaya çalışırdı. Bir gün, köy meydanında büyük bir etkinlik düzenlendi. Nazan, çocuklara hikaye...

Kanatlanan Hayaller

Aras, küçük bir Anadolu köyünde doğup büyümüştü. Çocukluğundan beri gökyüzüne bakar ve uçan arabaların hayalini kurardı. Babası çiftçi, annesi ev hanımıydı. Köyde teknolojik imkanlar sınırlı olsa da, Aras’ın hayal gücü engin ve sınırsızdı. Gece yatağına uzandığında, yıldızlara bakarak kendi uçan arabasını hayal ederdi. O anlar, ona huzur ve umut verirdi. Bir gün, ortaokulda öğretmeni ona eski bir bilgisayar verdiğinde Aras'ın hayalleri daha da somut hale geldi. İnternete erişimi olmasa da bilgisayarın içindeki programlarla oynamayı öğrenmişti. Üniversiteye kadar olan sürede, hurda parçalardan kendi robotlarını yapmaya başladı. Köyde ona “Mühendis Aras” demeye başlamışlardı bile. Ankara'daki prestijli bir üniversitenin Mekatronik Mühendisliği bölümünü kazandığında ailesinin gözlerindeki gururu görmek, Aras’a olan inancını pekiştirdi. Ancak, üniversiteye başladığında her şeyin bu kadar kolay olmayacağını fark etti. Maddi sıkıntılar ve yoğun ders programı arasında gidip gelirken, ...