Kayıtlar

Tersine Dünya

Küçük bir kasabada, herkesin bildiği ama kimsenin konuşmadığı bir sır vardı. Bu sır, "Tersine Dünya" olarak bilinen bir yerdi. Efsaneye göre, bu dünyaya giren herkesin hayatı, tıpkı bir ayna gibi, tersine dönerdi. Kimse bu dünyanın nerede olduğunu tam olarak bilmese de, herkes bir şekilde onun varlığını hissederdi. Bir gün, kasabanın gençlerinden Aydın, bu sırrı çözmeye karar verdi. Maceraperest ruhu ve merakı onu durduramıyordu. Kasabanın yaşlılarından biri olan, Mehmet Amca'ya gitti ve ona Tersine Dünya'yı sordu. Mehmet Amca derin bir nefes alarak anlatmaya başladı: "Bu dünya, herkesin korktuğu ama kimsenin cesaret edemediği bir yer. Söylenenlere göre, oraya gidenler hayatlarının tüm dengelerini kaybeder. Sağ sol olur, doğru yanlış olur, gece gündüz olur." Aydın, bu anlatılanlardan daha da heyecanlandı. Gözlerinde bir parıltı vardı. "Ben bu dünyayı bulacağım," dedi kararlılıkla. Ertesi sabah, Aydın çantasını hazırladı ve yola koyuldu. Kasabanın d...

Kâbus

 Damla, sabahın ilk ışıklarıyla uyanmıştı. Gece boyunca rahatsız eden bir rüya görmüştü ve bu rüya aklından çıkmıyordu. Rüyasında karanlık bir ormanda kaybolmuş, peşinden gelen uğursuz bir varlıktan kaçmaya çalışmıştı. Her köşede, her ağaç arkasında o karanlık gölgeyi hissediyordu. Gün boyunca bu rüyanın etkisinden kurtulmaya çalıştı ama zihninin derinliklerinde sürekli bir tedirginlik hissediyordu. İşten dönerken evine yakın bir ormanda kısa bir yürüyüş yapmaya karar verdi. Belki de temiz hava ve doğa, içindeki huzursuzluğu yatıştırırdı. Ormanın derinliklerine ilerledikçe, etrafındaki sessizlik giderek daha ürpertici bir hale gelmeye başladı. Kuş sesleri susmuş, rüzgarın hışırtısı bile duyulmaz olmuştu. Birdenbire, arkasından bir dal kırılma sesi geldi. Damla, ürkerek arkasına döndü ama kimseyi göremedi. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Rüyasındaki o uğursuz hissi yeniden hissetmeye başladı. Hızlı adımlarla geri dönmeye karar verdi. Ancak ilerledikçe, ormanın içinde kaybolduğunu f...

Köklerin Gücü

 Bir zamanlar, küçük bir köyde, Doğan Dede adında yaşlı ve bilge bir adam yaşardı. Doğan Dede, köyün gençlerine hayatın önemli derslerini öğretmekten büyük keyif alırdı. Bir akşamüstü, köy meydanında gençler etrafına toplandı. Hepsi Doğan Dede'nin anlatacağı hikayeyi merak ediyordu. Doğan Dede, gözlerinde bilgece bir parıltıyla gençlere bakarak söze başladı: "Sevgili gençler, size önemli bir hayat dersi vermek istiyorum. Bu ders, köklerimizin ne kadar derin ve sağlam olması gerektiği hakkında. Dinleyin bakalım... Bir zamanlar, geniş ve huzurlu bir ormanın derinliklerinde, kökü sağlam ve güçlü bir meşe ağacı yaşardı. Bu meşe ağacı, ormandaki diğer ağaçların hayranlığını kazanmıştı. Çünkü fırtınalar, kasırgalar ve şiddetli yağmurlar onun dallarını sallayabilse de, hiçbir zaman onu deviremezdi. Meşe ağacının hemen yanında, narin ve ince bir söğüt ağacı büyüyordu. Söğüt ağacı, meşe ağacının gücünü ve sağlam duruşunu hayranlıkla izlerdi. Her şiddetli rüzgâr estiğinde, söğüt korkuyl...

Derinlerde Kalanlar

Küçük sahil kasabasının sessiz gecelerinden biriydi. Denizin huzur veren şırıltısı, yavaşça sahile vuran dalgalarla birleşiyor ve insanın içine işleyen bir melodi oluşturuyordu. Kasabanın hemen dışında, sahilin biraz uzağında bir deniz feneri yükseliyordu. Bu fener, kasaba halkı için bir koruyucu, bir rehber gibiydi. Deniz fenerinin bekçisi olan Kemal, gecenin bu saatlerinde her zamanki gibi yalnızdı. Fenerin içindeki dar merdivenleri çıkarken her adımında ahşap basamaklar gıcırdıyor, bu sesler karanlığın derinliklerinde yankılanıyordu. Kemal, fenerin tepesine ulaştığında, eski bir sandalyeye oturup denizi izlemeye başladı. Bu onun için bir alışkanlıktı, her gece denizi izler, dalgaların sırlarını çözmeye çalışırdı. Ancak bu gece farklıydı. Kemal, denizin karanlıklarında bir şeylerin hareket ettiğini fark etti. İlk başta gözlerine inanamadı, ama dalgaların arasında beliren karaltı netleşmeye başladıkça endişesi arttı. Bir tekne batıyordu. Hızla aşağıya inip küçük motorlu teknesine atla...

Dalındaki Şifa

  Erenler Köyü, dağların eteğinde, yemyeşil ağaçlarla çevrili ve kristal berraklığında bir ırmağın kenarında kurulmuştu. Bu köy, doğanın cömertliğiyle dolup taşan, kuş cıvıltıları ve çiçek kokularıyla bezenmiş huzurlu bir yerdi. Her mevsim farklı bir güzellik sunar, ilkbaharda açan çiçekler, yazın serinletici ırmak suları, sonbaharda dökülen yapraklar ve kışın beyaz örtüsüyle bambaşka bir tabloya dönüşürdü. Seyit dede, köyün bilgeliğiyle tanınan, herkese rehberlik eden biriydi. Yılların birikimiyle dolu, derin bir anlayışa sahipti ve köy halkı ona büyük bir saygı duyardı. Bir gün, genç bir adam olan Erkan, köydeki asırlık çınar ağacının altında otururken içindeki derin acıyla mücadele ediyordu. Köyde nereye gitse içinde taşıdığı acı, gölgesi gibi peşini bırakmıyordu. Erkan, annesinin vefatından sonra büyük bir boşluk hissetmiş ve bu acının üstesinden gelebilmek için köyden ayrılarak uzaklara gitmeyi düşünüyordu.  Erkan, Seyit dedenin yanına gidip derdini anlattı. "Dedem," ded...

Yitik Adalet

Bir zamanlar, eski bir malikanenin yıkık dökük odalarında bir hayalet yaşardı. Eski zamanlardan kalma bu malikanenin duvarları yosun tutmuş, pencereleri çatlamıştı. Geceleri, eski tahta zeminde hayaletin hışırtıları duyulurdu. Kimi zamanlar, gölgeler arasında beliren soluk bir ışıkla hayaletin varlığı sezilirdi. Malikâne, kasabanın çocukları için bir korku kaynağı, yetişkinler için ise uzak durulması gereken bir yerdi. Malikanenin geçmişi halk arasında birçok hikaye ile doluydu. Bazılarına göre, hayalet, uzun zaman önce bu malikanede yaşamış olan genç bir kızın ruhuydu. Kız, aşkının ardından kalp kırıklığına dayanamayıp intihar etmişti ve ruhu bu eski malikaneye hapsolmuştu. Kimileri ise hayaletin, malikanenin eski sahiplerinden birinin intikam arayan ruhu olduğuna inanırdı. Ama en korkunç söylenti, malikanede gizemli bir şekilde kaybolan ve bir daha asla bulunamayan insanların ruhlarının burada toplandığıydı. Malikaneye yaklaşanlar, geceleri hayaletin hüzünlü şarkılarına veya uzaklard...

Gelin-Güvey Kayaları Efsanesi

Olukman Köyü, yemyeşil ormanla çevrili, içinde ışıl ışıl parlayan, buz gibi suyu olan bir nehrin geçtiği, huzur dolu bir yerdi. Köyün hemen arkasında yükselen dağın tepesinde, köylülerin "Gelin-Güvey Kayaları" dediği iki büyük kaya parçası dururdu. Bu kayaların, yıllar önce yaşanan dokunaklı bir aşk hikayesinin simgesi olduğuna inanılırdı. Köylüler bu hikayeyi nesilden nesile aktarırdı ve her anlatışta yeni bir ayrıntı eklenir, her seferinde biraz daha efsaneleşirdi. Bir zamanlar, köyde çok güzel bir kız olan Gülay yaşardı. Gülay, köyün en parlak yıldızıydı. Saçları gece kadar siyah, gözleri gökyüzü kadar maviydi. Onun gülüşü, bahar rüzgarının çiçekleri okşayan naifliğiyle köyü aydınlatırdı. Gülay’ın en yakın arkadaşı ve sırdaşı ise Ali'ydi. Ali, otistik bir gençti ve köyde farklılıklarıyla dikkat çekerdi. Ali'nin dünyası, diğerlerinin dünyasından farklıydı; ama Gülay için Ali, her zaman eşsiz bir dosttu. Ali’nin gözlerinde, kimsenin göremediği bir bilgelik ve derinli...